‘Ağıtsız Kadınlar’la birlikte tüm kadınların, bütün insanlığın sessiz ağlayışını okuyacaksınız’
Bu cümle kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısının son cümlesi. İnsanı ismiyle çağıran kitap arka kapaktaki bu cümleyle de, hemen merak içinde bırakıyor. “Sessiz ağlayış” ve “Ağıtsız Kadınlar”, bu iki tamlama benim kitabı çok merak edip hemen sahip olmama neden oldu. Tamlamaları tamamlayan ön kapak da nefisti.Romanın konusunun “Töre cinayeti” diye tabir edilen, yüz karamız olduğu fazlaca kalabalık düzenlenmiş arka kapaktan anlaşılıyordu. Doğrusu, bu çok tatsız, iç yakan konuyu hiç merak etmiyordum. Medya zaten ballandıra ballandıra anlatıyordu. Ama bu iki tamlamadaki edebi güç, böyle bir konunun romanda nasıl anlatılacağını çok merak etmemin nedeni oldu.
Rıfat Mertoğlu’nun tertemiz dili ve su gibi akan kurgusu romanı bir soluk da okuttu. Bitirdiğimde edebiyatın dönüştürücü gücüne bir kez daha inandım. Durdum. Ve içimdeki kaosu yudum yudum yaşamak için romanı yeniden ağır ağır tekrar okudum. Kaos iyidir.Yorar, acıtır ama düşündürtür ve çözüm ürettirir.
‘Ağıtsız Kadınlar’ın benim yüreğimde ve zihnimde yarattığı kaos, daha ilk sayfada yazarın ithafında başladı. “Yüreği öksedeki serçeler gibi ürperen kadınlara” adanmıştı kitap. Ama hemen arka sayfasında bir tapınak yazıtından alınan küçük alıntının son cümlesi ; “Görmeye çalış ki ,bütün pisliğine ve kalleşliğine rağmen dünya yine de güzeldir” diyordu .Yani yazar okuru hemen ilk iki sayfada kaosa doğru sürüklüyordu. Rıfat Mertoğlu’nun deyimiyle “yüreğime cam kırıkları bata bata” 225 sayfa boyunca dolandım durdum. Güneydoğu’nun dağlarındaki havayı soludum, çiçekleri kokladım, hayvanları okşadım. Kentlerdeki tarihi sokaklarda dolaştım, yapılarda yattım kalktım.Yazarla birlikte gezdim dolaştım ve savaştım. Birbirinden çok farklı dilleri, dinleri, töreleri olan insanların asırlar boyu bir arada barış içinde yaşadığı günleri özlemle ve saygıyla andım.
Anlatılan her duyguyu, her nesneyi, her olayı taa….içimde hissettim. Öfkelendim. Heyecanlandım. Savaştım. Sevindim. Ağladım. Umutlandım. Seviştim. Kaçtım. Utandım. Hayran kaldım.
Sık sık basın yayın organlarında adı geçen ama, biz batıdaki kentlilerin, gündelik yaşamında hiç iz bırakmayan Hiva, Melke, Felemez, Circo, Cemşit, Mendo, ve diğerleri zihnime yüreğime yerleştiler. Onlar Güneydoğu’yu tüm yüzleriyle bana öğrettiler. Onlarla birlikte ölümü istemenin, bazen direnmenin başka bir biçimi olabileceğini anladım. Onlarla birlikte bir savaşta düşman tarafların askerleri de olsan, çocukluk arkadaşlığının vazgeçilemeyişini fark ettim. Namus adına yaratılan törelerin insanlık aleminde annelik, babalık, kardeşlik, akrabalık, komşuluk, rollerini nasıl bir acımasızlıkla yok ettiğine, aile kurumunun insan yiyen bir canavara dönüşümüne tanık oldum.
Vahşi kapitalizmin emrindeki uzaktan kumandalı basın yayın organlarının insanlara sadece tüketimi değil, ölme biçimlerini bile kolayca öğreten bir halk okulu olmasına isyan ettim.
Yüzyıllardır kadınlarda yaratılan çaresizliği kabullenme tavrının, yerleşikliği karşısında isyan ettim.Bu zincirin kırılması için ‘ben hümanistim’ diyen tüm kadınların feminist bir yaklaşımla olayları örtüştürmeleri gerektiğine olan, inancım arttı. Hümanizmin romantik bir kavram olmaktan çıkmasını, artık edebiyatın içinde de, toplumsal acı gerçekleri kurgulayarak yerleşmesini, edebiyat aleminin ülkemiz hakkında edinecekleri bilgilerin ve gösterecekleri ilginin bedelini göze almalarını diledim.
Ben de bu romanın kahramanları gibi sık sık yalnızlık, bezginlik ve yeniklik hissettim. Bir yandan yoksullaştım. Bir yandan varsıllaştım. Ama en önemlisi bu roman bittiğinde gerçekçi bir iyimserliğin ve direncin yaratacağı küçük dönüşümlerle dünyanın güzelleşebileceğine bir kez daha inandım.
Teşekkürler Rıfat Mertoğlu.
Teşekkürler İlya Yayınevi.
Nevzat Süer Sezgin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder