AH MANA MU

Ah anneciğim ya da ah mana mu
Romanlar vardır ezber bozarlar, bizi yeniden düşünmeye , empati becerimizi gözden geçirmeye davet ederler.Romanlar vardır sevgili Adnan Gerger’in dediği gibi ‘kolaj yapıtlar’ olarak kaybolur giderler. Edebiyat hem bir sanat dalı hem de bir bilim dalıdır. Gelişmiş araştırıcı, kuşkucu , zihinler tarafından kaleme alınmış edebi metinler ve özellikle romanlar sorunların ortam hazırlayıcılarını ve tetikleyicilerini okuyucuya haz verecek bir biçimde (edebi bir dille ve merak uyandıran bir kurguyla)genellikle bir aşk hikayesi çerçevesinde zihinlere yerleştirebilirler.Şimdi klasikler adı altında   döne döne okuduğumuz, insanı, toplumu en iyi çözümleyen eserler bunlara en iyi örneklerdir.
AH MANA MU, her gün , her an çevremizi saran şiddet, çözümsüzlük mesajları ,çaresizlik duygularımız karşısında hep birlikte ;AH..Anneciğim..,AH ülkem..AH yeryüzü.. AH insanlık diyerek haykırmanın , yetmediğini anlatan , ezberlerimizi bozan, gittikçe yok olan empati becerimizi canlandıran bir roman.Roman, resmi tarihin gerçeklerin üstünü örttüğü, yakın tarihimizin en çok konuşulan, en az bilinen Mübadele dönemini anlatıyor.
. *1923 ve 1998 yılları arasında yayınlanmış 105 Türk yazarına ait rastgele seçilmiş 290 adet roman ve 60 ciltte toplanmış hikaye temel alınarak yapılan bir incelemenin *sonucunda görülmüştür ki 1923 -1980 arasında özelikle 1960 yılına kadar, edebiyatta mübadeleyi konu alan kitaplar oldukça azdır. Genellikle mübadele bu kitaplarda yan tema olarak ya da dolaylı bir biçimde anlatılmaktadır. Ayrıca mübadele olayı yazarların siyasi ideolojilerine göre de farklı biçimlerde yorumlanmıştır. 
  Rumların ayrılışından ilk söz eden roman, Aka Gündüz’ün 1928 yılında yayımlanan “Dikmen Yıldızı” dır. Bu romanda verilmek istenen mesaj ise “Şehrin istenmeyen düşmandan kurtarılması yolunda harcanan her çabanın, yapılan her fedakarlığın yerinde olduğudur.
 Bir başka milliyetçi yazar olan ve romanlarında Rumları genellikle olumsuz karakterler olarak çizen Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dur. Yakup Kadri “Panorama” bir Müslüman mübadil karakter olan Fazlı Bey’i Rumlara benzettiği için olumsuz olarak betimlemiştir.
Farklı bir yaklaşım Reşat Nuri Güntekin’in 1942 de yayımlanan romanı “Ateş Gecesi”nde görülür. Hümanist bir yaklaşımla yazmıştır bu romanı.
Bazı Marksist yazarlar biraz daha farklı bir yaklaşımı benimsemişti. Mübadelenin “etnik” özelliğinden çok devletçiliğe karşı sınıfsal bakışı öne çıkaran bir eleştirel tutum belirlemişlerdir. Örneğin Sabahattin Ali’nin 1947 de yayınlanan “Sırça Köşk” adlı kısa öykülerinin toplandığı kitabında yer alan ve mübadeleyi konu alan ilk kısa öykü olan “Çirkince” adlı öyküsünde mübadelenin ekonomik sonuçları ele alınmaktadır. 1960 tan sonra solcu Marksist bazı yazarların eserlerindeki edebi metinlerinde birkaç benzer hikayeye rastlanır.
Fakir Baykurt “Efkar Tepesi” adlı anı kitabının Cevizlideki Kilise adlı bölümünde Rumlardan kalan yöreye hakim kilisenin duvar taşlarının, yeni askeri karargahta kullanılmak amacıyla jandarmalar tarafından yıkılışını anlatır. Yazar yörenin eski zenginliğini överken şöyle der: “İnsan elinde olmadan bir ona, bir buna bakıp kıyaslama yapıyor.”
Türkiye sosyalist hareketinin  üyelerinden olan Ermeni yazar Zaven Biberyan 1965 te yayımlanan “Yalnızlar” adlı romanın da Hıristiyanların göçüne değinir. Romanının baş karakteri azınlıklardan nefret eden okuması ve yazması olmayan milliyetçi bir adamdır.
Hasan İzzettin Dinamo “Ateş Yılları” ve “ Savaş ve Açlar” adlı romanlarında savaşa sınıfsal açıdan bakmaktadır. Bir başka solcu yazar Kemal Tahir “Kurt Kanunu” nda Rumların geride bıraktıkları tarla ve evlerin eşitsiz ve hakça olmayan bir biçimde dağıtıldığını anlatır.
Yusuf Atılgan ise “Anayurt Oteli” nde söz konusu oteli gösterişli bir eski Rum evi olarak betimler. Bu romanda Rumların, artık evlerine başkalarının yerleşmiş olduğu ‘kaçıp gidenler’ ya da ‘katledilenler’ olarak söz edilir.
Mübadeleyi izleyen eli beş yıl içinde bu olayı konu alan eserler yaklaşık bu kadardır. 1980 den sonra ise Mübadele olayına ilgi artar özellikle Tarih Ve Toplum dergisinde üst süte çıkan makaleler mübadeleye ilgiyi arttırır. Mübadele artık romanlarda “Ana Tema” olarak işlenmeye başlar.
1985 yılında Fikret Otyam’ın “Pavli Kardeş” adlı yarı anı yarı roman olan kitabı yayımlanır. Kitaptaki “Pavli “adlı karakter olumlu bir Rum’dur. Bu Rum’un kimliğini belirlerken  Türk Devletine sadakat ilkesi büyük önem taşır. Mario Levi “En Güzel Aşk Hikayemiz” adlı kitabında göçü “zorunlu” sıfatıyla anlatır.
1992 de yayınlanan Feride Çiçekçioğlu’nun “Suyun Öte Yanı” adlı romanı Türk edebiyatında bir habercidir ve Türkler ile Yunanlıların göçünü ilk defa ana tema olarak kullanır. Daha sonra Ahmet Yorulmaz “ Savaşın Çocukları” adlı romanını yayımlar. Daha sonra Yaşar Kemal “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana” üçlemesinin ilk kitabında anlatır Rumların ayrılışını.
Handan Gökçek ise, AH MANA MU romanında insanları etnik veya dini nedenlerle birbirine düşürmeye devam eden, para kokulu kanla beslenen uluslararası emperyal sermayenin, NEFRET duygusunu nasıl öğrettiğini, koşullar uygun hale getirilince nasıl kitleselleştirilebileceğini, bunların sistemlerle ilişkilerini bizlere aktararak bütün anlatılanları ters yüz ediyor. Okullarımızda tarih -eğitimcilerimiz yöneticilerimiz öyle uygun gördüğü için  kronolojik olarak ,  neden-sonuç ilişkileri kopuk olayları ezbere belletilmesine  ve tüm olayların getirilip kahramanlar ve hainler ikilemine bağlanmasına alışkın olan okuru şaşırtıyor. Olayları anlamak ve ardından da onları yönlendirebilmek için küçük parçaları, birleştirebilmek, bütünü zamanına ve mekanına göre analiz edebilmek son derece değerli ,ama az rastlanan bir zihinsel gelişmişlik ister. Handan Gökçek uzun araştırmalarla tamamlandığı belli olan romanında  bunu başarıyor. Türk ve Yunan toplumunu mübadele kararına götüren süreçleri, tarihsel gerçekleri, objektif bir bakış açısıyla   kurgulayarak bir aşk hikayesi içinde okurda merak  uyandırarak  anlatıyor. Mübadele ortamını hazırlayanları,  hazırlanan ortamın kimlerin işine yaradığını, tetiklenen olayların nelere sebep olduğunu akıcı bir biçimde anlatarak,  heyecanla  okunmasını sağlıyor ve yeniden düşündürüyor. Okura ; olaylar arasındaki karmaşık örgüyü bir bütün olarak anlayıp, küçük ölçekli olayları büyük resmin  perspektifi içinde yorumlamanın, sorun çözmedeki önemini yeniden fark ettiriyor.
Romanın bölüm başlarına konulan metinler eserin bütünlüğünü tamamlayarak şiirsel bir tat veriyor. Dili çok yalın. Yunanca kökenli sözcüklerin anlamları sayfa altlarında sunulmuş.Olaylar üçüncü şahıs ağzından anlatılıyor ama hiç didaktizme kaçmıyor.Mekanların az ama öz anlatımı okuru mübadele yıllarına ve topraklarına götürebiliyor.Yazar birbirinden çok farklı adetlere, geleneklere, göreneklere sahip iki milletin insanlarını ,birbirleriyle ilişkilerini, hiç zorlamadan kahramanların yaşamları içine yerleştirerek anlatabiliyor.  AH MANA MU romanında ki Rena ve Sakuş’un aşkı gerçek aşkların ırk, din,dil farkı tanımadığını okura bir kez daha anımsatıyor.
Daha romanı okumadan ön kapaktaki Ayşe Sönmez imzalı fotoğrafa bakarken ‘AH ANNECİĞİM’   anlamına gelen ‘AH MANA  MU’ sözcükleri dudaklarınızdan dökülüveriyor.
Romanın  sezdirmeden okurda yavaşça yarattığı dönüşümle sık sık AH MANA MU diye mırıldanıverirken buluyorsunuz kendinizi.’İşte bu !’diyorsunuz .’İşte bu, edebiyatın dönüştürücü gücü bu.’
Özetle söylersem , AHMANA MU .ezberimizi bozarken yüreğimizi de titreten, çığlıklarımıza güç veren , artık ele ele tutuşmanın ,yürekten konuşmanın,maskelerimizi atarak, ideolojilerimizden bize kalan en hümanist yanımızla oynanan oyunları bozmak için dostluklarımızı, sevdalarımızı tazelemenin vaktinin geldiğini her satırıyla hissettiren bir roman.
Handan Gökçek’e ve Pupa yayınlarına çığlıklarımı çoğalttığı, ezberlerimi bozduğu için çok teşekkürler.

                                                                           Nevzat Süer Sezgin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder