ARİFE KALENDER ile söyleşi

Nevzat Süer Sezgin-Sevgili Arife Kalender çağdaş Türk edebiyatında kadın şair denilince ilk akla gelen isimlerdensiniz.Yıllardır her yazdığınızı büyük bir coşkuyla okudum ve yaygınlaşması için elimden geleni yapmaya çabaladım.Kurşun Kalem okurlarının sizi daha yakından tanıyabilmeleri için öz yaşam öykünüzü kısaca anlatır mısınız?

Arife Kalender- İlgi ve sevginize teşekkürler. 1954 yılında Malatya’nın Arguvan ilçesine bağlı Ermişli köyünde doğdum. İlkokul dörde kadar köyde, lise son sınıfa kadar Malatya Merkez okullarında okuduktan sonra, lise son sınıfı İstanbul Fenerbahçe Lisesi’de tamamladım. İstanbul Üniversitesi, Yabancı Diller Yüksek Okulu-Almanca bölümünü bitirdikten sonra, Kadıköy’deki okullarda almanca öğretmenliği yaptım. Kadıköy Anadolu Lisesi’nde uzun yıllar yönetici ve öğretmen olarak çalıştıktan sonra 1997 yılında emekli oldum. Ömrüm doğudan batıya, çocuktan büyüğe göç sırasını izledi. İnsanı ülkemizin her yerinde ve konumunda tanıma olanağı buldum.   

Nevzat Süer Sezgin-İlk yayımlanan şiiriniz hangisiydi, adınızı bir dergide görünce neler hissetiniz, şimdiye kadar yayımlanan eserlerinizi sıralar mısınız?

Arife Kalender- Bu çok keyifli bir soru. İlk şiirim “Sıkılmış Yumruklarım” adıyla, ortaokul ikinci sınıftayken Malatya’da ‘Düşün Gazetesi’nde yayımlandı ve kovuşturma geçirdi. Babam o dönemde okutulması zorunlu olmayan din dersinden bizi çıkardı (ablamı ve beni).Not almıyoruz ama mecburen dersi dinleme, sınıfta oturma durumundayız. Dersin birinde adı geçen şiiri yazdım. Şiirin ana izleği kıştı. Kışla birlikte yoksulların ve çocukların dramını anlatıyor, kurtların ineceğinden, salgın hastalıklardan korkuyordu.   
       Türkçe öğretmenimin beğeni ve desteğiyle şiirimi temiz bir kâğıda yazarak (O günlerde daktilo lükstü ve çok az insanda vardı)Malatya- Kışla Caddesi’ndeki Sebat Basımevi’nin yolunu tuttum. Burası yazar Lütfi Kaleli’nin yayıneviydi. Aradan ne kadar süre geçtiğini anımsamıyorum. Bir gün kiracımız mahkeme kâtibi Hıdır Abi: “Arife, sen şiir yazıyor musun” diye sorunca, sevinçle ‘evet’ dedim. Hıdır Abi şiirimin Cumhuriyet Savcılığı tarafından kovuşturulduğunu, İstanbul’da bilirkişiye yollandığını, suçlu bulunursa ‘komünizm propagandası yapmak’ suçundan tutuklanabileceğimi söyledi. Sevinçle birlikte korku duyumsadığımı anımsıyorum. Komünizmin ne olduğunu bilmiyordum, ama yoksulları koruyan bir idare diye biliyordum, herhalde iyi bir şey olmalıydı. Hem koskoca savcılığın benimle ilgilenmiş, şiirimi okumuş olması da gurur vericiydi doğrusu. Komünistlerin hapse atıldığını, kötü koşullarda yaşadıklarını duymuştum ve bu da korkutucuydu…Sonuç olarak kendimi kahraman olarak duyumsamaya başlamış, korkuyla karışık yücelme duygusu içinde beklemeye başlamıştım. Yine bir akşam Hıdır Abi, bilirkişinin şiirimi aklayarak ‘çocuk gözüyle, kışın yoksullar üstündeki etkisine’ dikkat çektiğini’ söyledi ve aklama yazısının bir örneğini de bana getirdi.
       Bu olay şiirin insanı kanatlandıran yönü kadar, tehlikeli yönünü de öğretti. Yazmak, göründüğü kadar masum değilmiş meğer!...
       Sonrası mı? Gidiş o gidiş..Turan Emeksiz Lisesi’de arkadaşlarla çıkardığımız ‘Yeni Adım’ dergisi, şiir okuma ve yarışmalar…Bu etkinlikler içinde tek kız olmam da adımlarımı hızlandırıyor, kendimi ayrıcalıklı duyumsuyordum. İstanbul’a geldikten sonra “Yansıma” da şiirlerim yayımlanmaya devam etti. Bugünkü bir çok önemli şiir imzalarıyla bu dergide tanıştım. Sonra sıkıyönetimler. Bu sürelerde şiir ne yöne gideceğini bilemedi. Dünyada ve ülkemizde ‘devrimci ve sosyalist edebiyat’ şiirin de yönlendiricisi durumundaydı. Toplumsal sıkıntıları işleyen temalar gündemdeydi ve her gün binlerce genç, aydın ölüyor, hapsediliyor, yaralanıyordu. Bu koşullarda şiirin gözünü bireyselliğimize tutmak, aşktan, sevdadan söz etmek abes sayılıyordu. Ülkede kan gövdeyi götürürken zülüften, meyden dem vurmak aklımıza gelmiyordu…Birden bire sözün kısıtlanması, hatta çıt çıkarılmaz bir  karanlıkta beklemek şiiri de durmaya zorladı. Bunu daha çok kendi şiirim için söylüyorum. Çünkü  uzun bir süre şiir yayımlamağa ara verdim. Hem yeni bir söyleme yönelemedim, hem de bu dönemde öğretmenlik, evlilik, annelik gibi gerçek durumların dayatmasıyla şiiri öne çekemedim. Erkekler bu durumlara biraz tebessümle baksalar da!; bir yandan çocuk emzirip bir yandan dize düşülmüyor. Ya da bir yandan soğan kavurup öteki eliyle aynı anda şiir yazılmıyor (isteyen deneyebilir!!)
       Fakat insan bir kez şiirin zehrini ve balını tatmaya görsün. Sürekli dergileri izliyor olsam da, doksanlarda şiirle yüzleşmeye ve birlikte yaşamaya karar verdim. Kavga döğüş her saniye beraber olduk bugüne kadar…
      İlk kitabım 1992 yılında Cem Yayınevi tarafından “Maviler de eskidi” adıyla yayımlandı. Bunu, Göçebe Sevinçler, Suskun Resimler Durağı, Gül Küstü, Kırmızı Firari, Kadın Burcu, Deli Bal, Yedi İklim Dört Mevsim-Türkiye Destanı, Şiir Irmakları (inceleme), Dil Altı ve otobiyografik kent kitabı olan ‘Bendeki Malatya’ kitaplarım izledi. Şu an toplu şiirlerim iki cilt halinde ve ‘Kuşlar geçiyor’ adlı çocuk şiirlerim yayımlanma aşamasında. 
       
           

Nevzat Süer Sezgin-Şiir Irmakları isimli kitabınız çağdaş şiirimiz için bence çok değerli bir yapıt. Dilerim Milli Eğitim Bakanlığı bu inceleme kitabını fark edip önerir de,  edebiyat öğretmenleri ve öğrenciler daha yaygın olarak yararlanabilirler.Bu kitapta Ahmet Muhip Dranas, Oktay Rıfat, Behçet Necatigil, İlhan Berk, Özdemir Asaf, Arif Damar, Metin Eloğlu, Şükran Kurdakul, Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya, Gülten Akın, Melisa Gürpınar, ve Ataol Behramoğlu’nun şiirlerini incelemişsiniz.Bu şairleri seçmenizin nedeni neydi?Bu kitabın serüveninden kısaca bahsedebilir misiniz?
Bu incelemenin başka şairlerle devamı gelecek mi?

Arife Kalender- “Şiir Irmakları” yayımlandıktan sonra Nâzım Hikmet, Fazıl Hüsnü, Sennur Sezer, Cahit Sıtkı incelemelerim de dergilerde yayımlandı, yakında 11.ci cilt olarak okurla buluşacak.
       Bir iki kitabım yayımlandıktan sonra bir şair için yalnızca şiir yazmanın yeterli olmadığını sezinledim. Toplumcu gerçekçi şiirden yeterince yararlanmıştım ama 2.Yeni şairlerini yeterince tanımadığımı gördüm. Bir şairin bir kitabını, birkaç şiirini bilmenin o şairi tanımak anlamına gelmediğini öğrendim ve şiirimizin özgün ustalarını teker teker inceleme isteği duydum. Birinin incelemesi bitince ötekini inceleme arzusu beliriyordu.  Bir de okumalarla birlikte bu incelemelerin her biri en az altı ayı alıyor, bu süre içinde o şairin tüm evrelerini öğreniyor, hatta kişisel yaşamındaki çalkantıları bile izliyordum. Yani her biriyle geceli gündüzlü aylar boyunca yaşadığımı söylesem yalan olmaz. Bazılarını yakın , bazılarını ayrıksı bulduğum, bazılarını da aynı akımın içinde oldukları için seçtim. Bu kitap çokları için kaynak ve başvuru niteliğinde olduğu gibi benim için de çok zengin birikim nedeni oldu. Başka şairlerle sürecek tabii…

Nevzat Süer Sezgin-Sizin yaşam öykünüze bakınca pek çok demokratik kitle örgütünde aktif görev aldığınızı anlıyoruz.Edebiyat örgütleri hakkındaki düşüncelerinizi bize anlatmak ister misiniz.? Edebiyat dışında çalışmakta olduğunuz sivil toplum kuruluşları var mı?

Arife Kalender- Çağdaş insanın örgütlü insan olduğunu biliyoruz. Bu nedenle ilkin Pen’e daha sonra da Yazarlar Sendikası’na, Edebiyatçılar derneğine üye oldum. Bildiğiniz gibi Türkiye’de büyük bir yayıncılık ve telif sorunları var. Kitapların yayımlanması, yazar hakları hala ahbap-çavuş ilişkileriyle yürüyor.  Bu nedenle Besam (Bilim, sanat eseri sahipleri meslek birliği) ile Nazım Hikmet Vakfı kurucu üyeliği yaptım. Besam’da bir dönem başkan yardımcılığı, Pen’de ve T.Yazarlar Sendikası’nda genel sekreter olarak uzun yıllar görev yaptım. Ayrıca doğduğum köy ve kasabanın İstanbul’daki derneklerinde kültür çalışmaları yaptım. Bu tür çalışmalarım sürüyor…

Nevzat Süer Sezgin-Herkes biliyor ki yazmak çok zor bir iş.Hele yazdığınız şiirse iyice zorlaşıyor.Çünkü şiir edebiyatın en hassas dalı.Ama ‘ülkemizde şiir okuyandan daha çok şair var’ diye bir söylemde çok yaygın. Böylesi bir ortamda şair olarak var olabilmek, dizeleriyle bir dünya görüşünü yaygınlaştırabilmek için ne gibi zorluklarla baş ettiniz? Sizce ŞİİR   nedir? ne değildir?

Arife Kalender- Şiirin tanımı bugüne kadar yapılamadı ama en azından ne olmadığını söylemek olası. Bunu bir anımla açıklamak istiyorum. Seksenli yıllardı, eşimden ayrılmış babamlarla oturuyordum. Bir gece sessizce kalkıp, salonda şiir yazmağa çalışırken babam
Geldi. ‘Ne yapıyorsun bu saatte kızım’ diye sorunca ‘şiir’ dedim. Şiirin ilk taslağı çıkmıştı, babamın salondan ayrılmadığını görünce ‘sana okuyayım mı baba’ diye sordum ve karşıma oturduktan sonra okudum. Babam ilkokul mezunu ve edebiyatla hiç ilgisi olmayan bir insan.
Okumam bittikten sonra: “Kızım ben şiirden mirden anlamam ama bu sanki çok uzun olmuş. Bence şiir bir su damlası gibi olmalı. Hem içinde çevresindeki renkler görüntüler yansımalı, hem de bir o kadar sözü yontmuş, yuvarlamış olmalı!”....
         İşte bu. Nâzım’ın dediği gibi “Topraktan öğrenip kitapsız bilen”  birinin şiiri yorumlayışı. Hem her şeyi yansıtacak hem de sözün en kısası olacak…

Nevzat Süer Sezgin-Ben kendi payıma sizin şiirlerinizde kadın tutsaklığının, ERKEK egemen kültürün, kadına yaşattığı acıların sesini duyarım.Ama aynı zamanda hep umut da vardır şiirlerinizde.Kadınların dünyadaki ve ülkemizdeki konumu hakkında size göre en önemli sorunlar nelerdir? Edebiyatın ve özelinde şiirin dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Edebiyatla sivil toplumun ilişkisi sizce ne durumda.?

Arife Kalender- Sevgili Nevzat Ablam, her sorun tez niteliğinde, bunlara nasıl kısacık yanıtlar vereceğimi şaşırdım. Elbette bu toplumun ikinci kimliği olan ‘kadın’ teması şiirlerimin genel izleği, sonra çocuk, sonra aşk, zaman, ölüm… Benim kadınlarım âsi ve kirli kadınlardır. Tanrıya da kafa tutar, sisteme de. “Kadın Burcu” kitabım bildiğin gibi kadının bugüne dek şiire girmemiş bedensel ağrılarından yola çıkar. Gerdek gecesi , düşükten, kürtajdan ölenler, tecavüz kadınları, aldatılan, aktörlere aşık olan, sinemadaki düşsel erkekleri arayan, genç delikanlıları beğendiğini bile ‘oğul’ kavramıyla örtüştürerek kendisine açıklamayan, sokaklarda ökçesini kıran, metres olarak yaşayan, genelevde çalışan, E5’lere çıkan, evde çocuklarını bekleyen, toz alıp, hamur açan…kısaca yaşamın her alanındaki kadın tipleridir.
Tiplemeler açısından bakınca tez konusu bile olabilir. Ancak kadını verirken yaşamdan soyutlayarak, ya da gereksiz yüceltmelerle işlemedim elbette. Bir toplumsal yapı içinde gölgede kalmış, işlenmemiş yönleriyle şiire taşıdım onları, yeni olan budur. Dünyada da yurdumuzda da bu cinsin ‘meta’ hali bitmedi. Emperyalizm sürdüğünce bu durum daha vahşileşerek sürecek. Kadın cinsel meta olmanın yanı sıra, savaşlarda ‘ana’ kimliği ile de yara almayı sürdürüyor. Yaşam kadına bir görev vermemiş ki… Tüm görevlerinden eksik ücret aldığı gibi, bir de şiddet… “Uykuda Sevilen Oğlanlar” da “ İlkin kadınlar kirlenir sonra oğullar/ kirli kadınlarda sınanır temiz açlık/ kirli kadınların kirleriyle sınan aşk/ kirli yalnızlıkların/ kirli kaygılarıyla çoğalarak/ analar batak sevgili çıplak/ sarıldığı her kadını / ilk sarıldığı kadın sanacak”…sezinlettiğim gibi, kadınları sağlıksız toplumların oğulları da sağlıksız olacaktır. Elbette şiirin değiştirici gücüne inanıyorum, bunun çok örnekleri var, ancak şiir olması koşuluyla…Sivil toplumla ilişkisine gelince; günümüzde nitelikli bir çok şeyin yerini ‘naylon’ değerler aldı ve kullan at  politikaları niteliksizin kabulünü getirdi. Renkli medya bile yaşamdan çekilirken, kimsenin şiiri arayacak vakti kalmadı. Ayrıca neyi, niçin, nasıl yazdığını sorgulamayan şair adaylarının gereksiz yüceltilmeleri, koruma ve kollama oyunlarıyla şairin şiirin önüne çıkarılması da niteliksizliği artırdı, okurun şiir hevesini kırdı! Böyle düşünüyorum.



Nevzat Süer Sezgin-En son olarak İzmir’de Kadın Yazarlar Derneğinin İzmir Büyükşehir Belediyesiyle birlikte düzenlediği ‘Kadınlar Edebiyatla Buluşuyor’ etkinliğinde konuk sanatçıydınız.Bu etkinlik ve kadın-edebiyat ilişkisi hakkındaki düşüncelerinizi Kurşun kalem okurlarıyla paylaşmanızı rica ediyorum.Sizce yerel yönetimler sanat  ve sanatçı için neler yapmalı?

Arife Kalender- ‘Yazantalya’dan sonra ‘Yazizmir’ projesi oldukça yararlı. Keşke tüm semtlerde, tüm kentlerde uygulansa. Yazının ustalarıyla, yazıya yeni başlayanların, yani iki sonsuz ucun buluşması…Sonrasında iki tarafın da değişmiş ve dönüşmüş olarak etkinlikten çıkması, muhteşem. Bunu düzenleyenlerden biri olduğunuz için de ayrıca teşekkürler.

Nevzat Süer Sezgin-Ülkemizde pek çok  türde edebiyat yarışmaları düzenleniyor.Bu yarışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz.?

Arife Kalender- Ödüller ve yarışmalar amaçlarından saptırıldı. Ödül alan tüm ürünlere kaygı ve kuşkuyla bakılıyor çoğunlukla…

Nevzat Süer Sezgin-Bizim gençliğimizde edebiyat dergileri adeta bir  okuldu.Dergilerdeki edebi tartışmalar, yayınlanan şiirler, öyküler, denemeler ufkumuzu açardı. Siz şimdi yayınlanan dergiler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Arife Kalender- Dergiler her şeye karşın edebiyatın soluk alma yerleri, hepsinin de zor koşullarda yayımlandığını biliyoruz. Ne de olsa okumasız toplumun dergileri…Bir şair, yazar olarak bir çoğuna destek veriyorum. Gençlere de dergileri izlemelerini öneriyorum.

Nevzat Süer Sezgin-Şiirlerinizde aşk ve yalnızlık  çok anlatılıyor.Bize aşk ve yalnızlık hakkında neler söyleyeceksiniz.?

Arife Kalender-  Aşk, evet şiirin de yaşamın da atar damarı. Olmazsa olmaz. Bir bilgeye sormuştum ve dedi ki 'gönlünde aşk olmayanın meyli bazlamayadır".  İnsanları  aşkla yaşayanlar ve aşla yaşayanlar olarak ikiye ayırıyor. Yeryüzündeki tüm devrimlerin, buluşların, sanatların dibinde aşk var. Aşk olmasaydı Edishon elektiriği bulabilir miydi, Atatürk Cumhuriyeti kurabilir miydi, Pir Sultan direnebilir miydi????...Yaşamı döndüren o en büyük çark benim şiirlerimin de döndüreni, coşturanı, uçturanıdır. İçimin yeraltı suyu. Benden doğar bana dökülür...
      Yalnızlığa gelince; son nokta ölüm olduğuna göre; ölüm en büyük sessizliktir. Ölen aşklar, kırılan umutlar, soğuyan düşler, yorgunluklar, öfkesini silmiş isyanlar...teker teker o büyük sessizliğe gömülürken; şiirim bu ıssızlığın koynundan seslenerek çıkar. Yalnızlığım çoğaltır beni. Binlerce ses duyulacaktır sözcüklerimin kuytusundan... 

 Nevzat Süer Sezgin
-Şair olmak, güzel şiir yazmak başka bir şey, şiirini dinleyene hissettirecek bir biçimde okuyabilmek bambaşka bir şey.Kendi şiirini okuyamadığı için katleden pek çok şair tanıdım.Siz şiiri hakkını vererek seslendiren ender şairlerdensiniz.Bunun için ayrıca teşekkür ediyorum.
Söyleşiyi bitirmeden önce bize en sevdiğiniz şiirlerinizden birisini söyler misiniz?

Arife Kalender-En sevdiğim diyemem ama son dönemde yazdığım, bugünlerde bir dergide yayımlanan, “Tüm kadınların adı Hatçe/ Beni hayata heceliyorsun Hüseyin” diye başlayan
Şiirimdeki ‘Hüseyin’ başıma belâ oldu, herkes ‘kim’ diye sorup duruyor…Bizde hâlâ şiirin, giderek sanatın; bir soyutlama işi olduğu bilinmiyor. Roman kahramanlarını, şiir kahramanlarını, hatta filmlerdeki kötü kahramanları bile yargılıyor, soruyor, nefret ediyor, kıskanıyoruz…
Nevzat Süer Sezgin- En son İstanbul Kitap Fuarında “Bendeki Malatya” adlı kitabının Heyamola’dan çıktığını gördüm. Seni bir kent kitabı yazmaya iten nedenler neydi?

Arife Kalender-Doğrusu hiç düşünmüyordum. Bilindiği gibi bir kitabın dünyaya gelme serüveni çok önce başlıyor. Örneğin : “Yedi İklim Dört Mevsim-Türkiye Destanı” nı da bilinçli olarak tasarlamadım. Bir gün baktım ki yazmaya başlamışım.Tam üç buçuk yıl sürdü. Yazının insanı esir aldığı anlar vardır. “Beni yaz” diye tutturur, biz de yazarız. Sevgili Ömer Asan ile başka bir konuda konuşurken “Abla Malatya’yı yaz”diye tutturdu. Benim alanım şiir dedimse de ısrarında direndi. Ona hayır dedim, ama bir süre sonra baktım ki beynimde “Malatya” ile konuşuyorum. Uzun bir dönem tarihçesi, coğrafik özellikleri, dili, yemekleri, öyküleri, gelenek ve töreleri, türküleri, sosyo-ekonomik yapısı, etnik guruplar ve ilişkileri, Alevilik inancı, Arguvan ve Malatya türküleri…derken 325 sayfalık tüm yönleriye “Malatya” yazıldı.
       Kitabın başında “kentler erkeklerin, evler kadınlarındır” derken; yaşamın dar alanlardan (ev) başlayarak genişleyip yürüdüğünü özetlemeye çalıştım. Erkekler binaları, yolları, ibadethaneleri, çarşıları kurar, yapar sonra da toplar, tüfeklerle yerle bir ederler. Oysa kuytularda, odalarda ‘dut, kiraz, ayva yaprağından’ sarma yaparak çocuklarını büyüten kadınlardır. Şehirleri bilmezler çoğunlukla. Çünkü iki kez sokağa çıksa; üçüncüde adı kendisinden önce çıkar. Kitap boyunca doğulu kadınların dramları, korkuları, ölüm ve intiharları geniş yer tuttu. Farklı inançtaki insanların aşk ve ihanetleri de…Bu kitap, doğduğum kente yeniden bakmamı sağlarken; ömrümü bugünden düne doğru, ilmek ilmek söktüğüm bir çalışma…Çok keyif aldım yazarken, umarım okuyanlar da aynı  duyguları paylaşır…  

Nevzat Süer Sezgin-Kurşun Kalem dergisinin okurları adına çok teşekkür ediyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder