HİDAYET KARAKUŞ ile söyleşi

Nevzat Süer Sezgin-Merhaba, neredeyse yirmi yılı aşkın bir süredir tanışıyoruz. Sizinle ve eşiniz sevgili İclal Karakuş’la beni çok zenginleştiren dostluk ilişkimizdeki daima yapıcı ve vefalı tavrınız için, “Kurşun Kalem” dergisinin okurları önünde bir kez daha teşekkür ederek söyleşiye başlamak istiyorum. Her ne kadar ilk bakışta çok öznel görünse de dostluk, vefa, paylaşım, yapıcılık gibi değerler ve bunlara uygun tavırlar günümüzde gittikçe azalan, hatta yok olan davranışlar olduğundan benim için çok değerli. Bana Hidayet Karakuş’u bir cümle ile anlat deseler, “O her söylemini davranışına dönüştürebilen bir eğitimci ve edebiyatçı olarak örnek alınacak bir aydındır” diye tanımlardım. Şimdi sizden ricam “Kurşun Kalem” dergisi okurlarına yaşam öykünüzü ve yaşam felsefenizi kısaca anlatabilir misiniz?

Hidayet Karakuş- Bizimle ilgili duygularına, düşüncelerine teşekkür ederim.  Gerçekten yirmi yılı aşkın bir süredir tanışıyoruz, arkadaşlığımız, sevgili dostum Dinçer Sezgin’in İzmir’e gelişiyle güçlendi.  Beni ‘her söylemini davranışına dönüştürebilen bir eğitimci ve edebiyatçı’ diye tanımlıyor, ‘örnek aydın’ diye sunuyorsun; çok sağ ol. Eylem olmadan düşüncenin yaşama geçmesi olanaksız. Ben bu anlayışı sindirmeye çalıştım özümde. Bilmem ne denli başardım.

Yaşamöyküme gelince; her kitabımda yazılı ama burada da yineleyeyim.

6 Eylül 1946’da Yalvaç’ın Kurusarı köyünde doğmuşum. İlkokulu köyde okudum. Köy Enstitülü öğretmenim, komşumuz Tahir Bakır’ın köye atanmasıyla benim okul yaşım aynı yıla rastladı. Benim için büyük bir şans oldu bu. Benim gibi pek çok arkadaşım, köylü çocuğu onun üstün çabalarıyla öğretmen okuluna girdi. 1957’de girdiğim Isparta Gönen İlköğretmen Okulu’nu 1964’te bitirdim. Burada özellikle ilköğretim okulu değil, ilköğretmen okulu olduğunu belirtmeliyim. Son yıllarda yaşamöykümde yazılı bu okulu ilköğretim okulu diye düzeltiyorlar. Oysa o yıllarda yalnızca ilkokul vardı; üstelik öğretmenim bizim köye atanıncaya değin bizim köyde ilkokul üç yıllıktı. Köylümüz eğitmen Eşref Şen, ağabeylerimizi okutuyordu.  Öğretmen okulunu bitirince Kars’ın Sarıkamış ilçesinin Karaurgan bucağının, Akören köyüne atandım ama sekiz on gün köyde kaldım.  Sınavları kazanınca Konya Selçuk Eğitim Edebiyat Bölümüne girdim, 1966’da bitirdim.  Türkçe öğretmeni olarak Adana’da yedi yıl çalıştım. Benim ilk göz ağrım orası oldu. Çok dostlar edindim. Öğrencilerimden hâlâ arayanlar vardır. Sonra beş yıl Manisa’da çalıştım. Adana’dayken Türkiye Öğretmenler Sendikası’nda, Manisa’da TÖB-DER’de görev aldım. 1978’den beri de İzmir’deyim.

Yaşam felsefem sanırım sorularınızın yanıtlarından çıkacaktır. Ben şuna inanırım, bunu severim… gibi açıklamaları anlamsız buluyorum. Bak bu da bir yaşam felsefesi, oldu.

Nevzat Süer Sezgin-Ben bir eğitimci olarak sizinle eğitim hakkında sayfalar dolusu söyleşi yapmak isterim. Ancak “Kurşun Kalem” bir edebiyat dergisi ve doğal olarak okurları daha çok sizin edebi kimliğinizle ilgilenirler, diye düşünüyorum. Fakat eğitim ve edebiyat ilişkisi üzerine düşüncelerinizi sormadan da başka konulara geçemeyeceğim.

Hidayet Karakuş- Bana kalsa bütün öğretimi, eğitimi edebiyat üzerine kurarım. Öykülerle, masallarla, romanlarla, gezi yazılarıyla anlatılacak bir matematik, tarih, coğrafya, fizik, kimya, felsefe derslerinin çocuğa neler kazandırabileceğini bugünkü eğitimciler bilseler de bilmezden gelirler. Edebiyat vicdan kazandırır. Çocuk, okuduğu bir öykünün kahramanıyla özdeşlik kurar. Onun yaşadıklarını olumlu olumsuz kendi yaşamında düşünür; buradan hiçbir eğitim sürecinin kazandıramayacağı denli sonuçlar çıkarır. Okuduğu bir şiirdeki inceliğin yaşamsal değerini içselleştirerek kavrar. Bu, onun yaşamı derinliğine algılaması için çok önemli bir gelişmedir. Edebiyatla eğitim birbirinden ayrılamaz. Ancak bunun yolunu yordamını iyi saptamak gerek. Bugünkü aklım olsaydı çok daha başka türlü bir Türkçe öğretmeni, edebiyat öğretmeni olurdum. Öncelikle Türkçemizi sevdirmek için, edebiyatı sevdirmek için çalışırdım. Sınıflarda çok şiir okudum, çok öykü okudum, çok roman okuttum çocuklarıma ama bugün bunu yeterli görmüyorum. Bugün eğitimin bu denli yerlerde sürünmesinin nedeni okumayan, şiirden, romandan, öyküden habersiz milyonlarca çocuğumuz değil, onlara bu olanağı sunmayan anlayışlardır.

Nevzat Süer Sezgin-Yıllardır İzmir’de emek verdiğiniz yazarlık işliklerinizden geçmiş pek çok eser sahibi edebiyatçı tanıyorum, ürettiklerini zevkle okuyorum. Bu çalışmalarınızda neyi amaçlıyorsunuz ve neler yapıyorsunuz?


Hidayet Karakuş- Bu işlikte; yazmayı seven, yazan arkadaşların, yazdıklarının düzeyini görmelerini, nasıl değerlendireceklerini öğrenmelerini amaçlamıştım başlangıçta. Ne ki gelenlerin çoğunun edebiyat dünyasının dışında, sanki içgüdüsel bir edebiyatla uğraştıklarını gördüm. Daha çok duygu boşalımıyla açıklanabilecek metinler yazıyorlardı. Onları öncelikle gerçek edebiyat dünyasıyla tanıştırmayı amaçlıyorum şimdi. Türkçe’nin inceliklerine, kurallarına, güzelliklerine doğru ilerletmeyi amaçlıyorum. Her yazarın yaşama ilişkin, dünyaya, evrene ilişkin söyleyeceği sözünün olması gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. Gelenlerin iyi bir okur olmalarını önceliyorum. Sonrası onların yeteneklerini geliştirmek için çok çalışmalarına kalıyor.

Nevzat Süer Sezgin- Sizin, Günaydın Gülyaprağı, Kemeraltı Şiirleri, Hangi Leylasın Sen, Sesini Bana Bırak, Ateş Mektupları, Konuş Benimle, Sıcak Sancı isimli şiir kitaplarınız kütüphanemin en değerli şiir kitapları arasındadır. Neredeyse şiir okuyanından daha fazla şiir yazanın olduğu günümüzde ŞİİR hakkında okurlarımıza kısaca neler iletmek istersiniz?

Hidayet Karakuş- Yukarıda yazarlık işliğiyle ilgili yanıtımda, her yazanın dünyaya, evrene, yaşama ilişkin söyleyeceği bir sözü olmalı, dedim. Şiir de bir şey söylemek için yazılır. Yazanın çok olması rahatsız etmiyor beni; aksine çok yazan var diye seviniyorum ama yazanların söyleyecek sözü yok neredeyse. İmgelerle, sözcük oyunlarıyla oyalanıyorlar. Kendilerinden başka da bu dünyada insan yokmuş gibi yazıyorlar. Doğrusu epeydir okuduğumda beni etkileyen, heyecanlandıran bir şiire rastlamıyorum. Oldukça güzel yazanlar var. Gonca Özmen, M. Barış Ağır… gibi genç arkadaşlar çok yetenekliler. Türkçe’yi de seviyorlar. Ancak bu kadar çok şairin içinde benim aklıma geliverenler bunlar. 

Bu da bir dönemdir, diye geçiyor içimden. Önceden dergiler birer süzgeçti. Dergilere yolladığımız şiirler yayımlanınca bir anlamda edebiyat dünyasının içindeki söz gelimi Yaşar Nabi Nayır’dan, Memet Fuat’tan, Doğan Hızlan’dan, Demirtaş Ceyhun’dan, Necdet Ökmen’den… onay alıyordu şiirimiz. Şimdi şiirlerini dergilere gönderen genç arkadaşlar, bir iki ay bekliyorlar; sonra bir araya gelip çıkmayan şiirlerini çıkardıkları dergilerde yayımlıyorlar. Bu iyi bir şey mi bilmiyorum; belki de kendi kendilerini eleyecekler ileride. Edebiyat, yaşama ilişkin yeni bir şey söylemediği sürece yaşayamaz.

Nevzat Süer Sezgin-En son romanınız “Şeytan Minareleri” ile Orhan Kemal Roman Armağanı’nı almanız hepimizi çok mutlu etti. Sizi bir kez daha kutlayarak bu ödül hakkındaki duygularınızı, bilmek isteriz. Bu romanda içinden canlı çıkmanızın bir mucize olduğu Sıvas Katliamını çok farklı bir teknikle anlatmışsınız. Sıvas Katliamı hakkında hiçbir bilgisi olmayan okurlar bile eminim ki merakla okudular. Romanda anlatıcı sizin deyişinizle “yaşanan öykülerle, öykülerde yaşayanlara haksızlık etmemek” derdinde. Siz bir anlamda bu romanın hem yazarı hem de kahramanlarından  birisiniz. Sıvas’ta yaşananlar sizde ve eşinizde ne gibi düşünce ve duygu değişimlerine neden oldu?

Hidayet Karakuş- Sivas can kıyımından sağ kurtulmak bizde ikinci bir yaşam duygusu yarattı. On yedi yıldır yeniden doğmuş gibi düşünüyoruz kendimizi ama haksız bir yaşammış gibi de geliyor bize. Yanımızda, yakınımızdayken bir iki saat önce konuştuğumuz, şakalaştığımız insanların ölümünü düşünmek böyle bir duygu veriyor insana. Yaşama elbette daha bir sarılıyoruz ama bir görev duygusuyla da doluyuz. Ölenlere sevgimizle, insanı yaşatmakla yükümlü devletin çağcıl bir örgüte dönüştürülmesi yolunda çalışmak, bu konuda susmamak gibi bir görevimizin olduğunu düşünüyoruz. O nedenle 1995’te Ateş Mektupları yayımlandı ama şiir başka romanın söyleyecekleri başkaydı. Şeytanminareleri, yerli yerinde duran bir acının, o acıyla birlikte ülkemizde büyüyen korku imparatorluğuna karşı duruşun romanı olsun istedim.

Nevzat Süer Sezgin-Aynı romanla bir de Ömer Asım Aksoy Dil ödülünü aldınız. İki ödül birden kazanmak nasıl bir duygu?

Hidayet Karakuş-Ödül almak güzel bir duygu. Aynı romanla iki ödül almaksa bana daha bir güç verdi ama öte yandan  sorumluluğumu arttıran önemli bir durum. Bir anlamda sorumluluklarımı pekiştiren bir gelişme bu ödüller. Bundan sonra yazacaklarım daha bir dikkatle izlenecektir. Ancak ben yine de başkaları daha dikkatli okuyacaklar, beni daha dikkatli izleyecekler diye değil; dilin, yazının, gerçekliğin doğrularıyla yeni yapıtlar üretmek isterim. Umarım başarırım.

Nevzat Süer Sezgin-Şeytan Minarelerindeki aşk insanı büyülüyor. Aşk ve sevgi hakkında bizlere neler söylemek istersiniz?

Hidayet Karakuş- Sevgi kalıcı, aşk geçicidir. Aşk, bir dağın doruğunda olmaktır. Sarsıcı, ürpertici, uçurucu. Everest’in doruğunda olmak gibi; orada ne kadar kalabilirsiniz? Ancak sevgi derindir. Sevgiyi sevda olarak da algılamak gerek. “Sevda derinlerdedir” kolay sökülüp atılamaz.

Nevzat Süer Sezgin- Diğer romanlarınız “Uykusu Derin Şehir” ve “Yağmurlar Nereye Yağar” da ödüllü romanlar. Şiir dalında da pek çok ödülünüz var. Bize genel olarak edebiyat ödülleriyle ilgili düşüncelerinizi anlatır mısınız?

Hidayet Karakuş- Ödüller, hiç tanınmayan bir yazara dikkati çekmeye yaradığı gibi tanınan bir yazara da emeğinden, yaratısından dolayı “aferin” demektir. Yazar hangi yaşta olursa olsun insan olarak ödüllendirildiğinde mutlu olur. Yazdıklarının bir yerlere ulaştığını, beğenildiğini, değerlendirildiğini göstermesi bakımından da ödüllerin bir anlamı vardır yazar için.

Son yıllarda ödüllerin okur üzerinde çok da bir etki yapmadığını düşünüyorum. Ancak yine de bazı ödüller elbette çok değerlidir; okurun ilgisi o ödül üzerindedir bir anlamda.
Yunus Nadi, Sedat Simavi, Orhan Kemal… gibi sanat, kültür insanlarının adlarına konulan ödüller sanırım okuru yönledirebiliyor. Şeytanminareleri’ne Orhan Kemal Roman Armağanı ile bir ışık düştü. Olan bu.

Nevzat Süer Sezgin- Yalnız Seninle” isimli gençlik romanınız ve bildiğim kadarıyla yirmiye yakın çocuklar için öykü ve romanınız var. Yaşadığımız günlerde çocuk ve gençlik edebiyatının durumu ve bu konudaki özlemleriniz hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek isteriz.

Hidayet Karakuş- Çocuk yazını, gençlik yazını  son yıllarda oldukça gelişti. Bir zamanlar neredeyse çölde açan çiçek gibiydi çocuk kitapları; gençlik yapıtları. Şimdi yüzün üzerinde yayınevi, yüz ellinin üzerinde çocuk kitabı, gençlik kitabı yazarı var.

Bu konuda özellikle çocuklara okutmak için yazanların öncelikle tecimsel düşünmelerinden tedirgin oluyorum. Çocuklar büyük bir pazar gibi algılanıyor. Baştan savma yazılmış, çocuğun sözcük dağarcığı düşünülmeden; ruhsal, bedensel gelişmelerine aldırmadan yazılan kitaplar çocuğa zarar veriyor. Türkçesi bozuk, anlatımı karmaşık, uzun tümcelerle çocuğun bildiği şeyleri yazan arkadaşlar, onun okuma alışkanlığını kazanmasına değil, kitaptan uzaklaşmasına neden oluyorlar; çocuklar böyle kitapları birkaç sayfadan sonra atıyor, kitaba da dönüp bakmıyorlar o günden sonra. Çocuğun kitabı yaşamının ekmek kadar, su kadar gerekli bir  yaşam nesnesi olarak algılaması gerek.

Bu da zamanla sanırım önce öğretmenlerin, anne babaların bilinçlenmesiyle, çocuklarının seçtiği kitapları çocuklarıyla birlikte okumalarıyla düzelecektir.  Özellikle okuyan, araştıran, çocuklarının düzeyini iyi gözleyen bir öğretmen öğrencilerinin anne babalarını da bu konuda bilinçlendirecektir.  Öğretmen öğrenciye olduğu kadar çevresine de önder olmalıdır.

Nevzat Süer Sezgin-Beni bir okur olarak edebiyat ortamındaki yarışma ve iktidar kavgası çok tedirgin ediyor. Sizce de böylesi bir tedirginlik de haklı mıyım? Mevcut küresel sermayenin etkileri edebiyatı nasıl etkiliyor? Edebiyatı hem bir bilim dalı, hem de bir sanat dalı olarak ele alıp inceleyen gerçek eleştirmenler yok olup gidiyor mu?

Hidayet Karakuş- Edebiyat dünyasındaki yarışmayı, yazarların yarışmasını hiçbir zaman anlamadım. Yarışmalara katılmaktan söz etmiyorum; birbirini kıskanan, kendine rakip seçtiği yazardan öne geçmeye çalışanlardan söz ediyorum. Çünkü hiç kimse bir başkasının yazdığını, söyleyeceğini söyleyemez. Söylese bile onun gibi söyleyemez, yazamaz. Edebiyatta günlük iktidar, dedikodu sayfalarının konusudur. Oysa gerçek edebiyat, bu sayfalara girmez, girmemeli.  Edebiyatta özgünlük esastır. Edebiyatta iktidar, her zaman edebiyatın olmalıdır; yazarların değil. Zaten öyledir de kimileri derin bir yanılmasa içindedirler; magazin sayfalarında, sahnelerde kendilerini görmeyi, göstermeyi sanat sanıyorlar. Bir edebiyat matinesinde Sait Faik’i gören Orhan Veli, onun adını salondakilere duyurmasıyla birlikte ünlü öykücü söverek çıkar gider salondan. Acaba o gün edebiyat matinesinde sahneye çıkanlar kimlerdi? Yapıtları yoksa kimse anımsamayacaktır onları. O nedenle yazarın en önemli işi yazmak, özgün bir yapıt üretmektir. Gerisi sabun köpüğüdür. Çok çabuk gelir geçer. Salondan kaçan Sait Faik, Türk öykücülüğünün köşe taşlarından biridir. Bunu unutmamalı edebiyatla uğraşanlar.

Edebiyat dünyasında küresel sermayenin edebiyatı yönlendirdiği özellikle son yıllardaki Nobel Edebiyat ödülleriyle bir kez daha ortaya çıktı. Küresel sermayenin örümcek ağında eğitilen yazarların öne çıkarılması, kitaplarının yüz binlerle basılıp satılması, ödüllerle varsıllaştırılmaları bence yazarın satılmayla ilgili de bir durumdur.

İşin ilginç yanı yirminci yüzyılın toplumsal gerçekçi yazarlarını konu edinen eleştirmenler, yerine küresel sermayenin eleştirmenleri iş başındadır şimdi. Üniversitelerde en çok örümcek ağında yetiştirilen yazarların yapıtları incelenir, dergilerde onların kitapları üzerine yazılar yazdırılır. Bu okuru yanlışa yönlendirmek isteyen, ‘küresel sermaye egemenliği değişmez, mutlaktır’ anlayışının ürünüdür. Oysa biz biliyoruz ki ‘her şey değişir; değişmeyen tek şey değişimdir.’

Küresel sermayenin atına binenler, bugün iktidar olabilirler ama dünyayı değiştirecek güçler var oldukça bu iktidar sürgit yaşayamaz.

Nevzat Süer Sezgin-Sizin pek çok radyo oyununuzun da olduğunu biliyoruz. Radyo oyunlarınız hakkında neler söylemek istersiniz? Genel olarak tüm basın yayın organlarının edebiyatla ilişkisi hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? İnternetin edebiyata etkilerini gözlemleyebiliyor musunuz? Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?    

Hidayet Karakuş- Radyo oyunları, dinleyenin kendi kendine bir dünya kurmasını sağlıyordu. Hâlâ da öyledir. Bir süredir ben yeniden radyo oyunları dinlemeye başladım. Özellikle sözcüklerle yaratılan bir yaşam ortamının kafamda nasıl canlandığını düşünüyorum. Çok sayıda radyo oyunu yazarken yayımlanan kitaplarımdan çok ilgi gördüğümü söylemeliyim. Kişilerin anlağında derin izler bırakır iyi bir oyun. Radyo oyunlarımı dinleyen ama kitaplarımı hiç görmemiş bir köylüm, yaptığım işin milletvekillerinin yaptığından büyük olduğunu söylemişti. Onun kendi ölçüleriyle ulaştığı algı gücüne şaşırmıştım. Elbette ben de öyle düşünüyordum ama onun kavrayışı da bana çok ilginç gelmişti; kıvanmıştım.

Basın yayın organlarında, iletişim araçlarında da edebiyata kendi kampları açısından bir yaklaşım var. Söz gelimi Şeytanminareleri’nin kazandığı Orhan Kemal Roman Armağanı haberi Cumhuriyet gazetesi dışında birkaç gazetede küçük birer çerçeve içinde yer aldı. Birkaç televizyon kanalı dışında haber olarak görülmedi, görülmek istenmedi. Edebiyat sanat haberleri de önce kimin hangi yapıtla kazandığıyla önem kazanıyor ya da öyle değerlendiriliyor. Aynı yayın öbeğinde çalışan ya da o öbeğe yakın duran bir yazar kazansaydı sanım çok başka türlü değerlendirilirdi. Bunu bir yakınma olarak söylemiyorum. Bir saptama benimki. Değilse ben yazdığımdan, Orhan Kemal’in adının yanına adımın yazılmasından son derece mutluyum.

Bilgisunar ortamının edebiyata katkısı olacaktır kuşkusuz. Genç şair arkadaşların şiirlerini yayımlamak için dergi çıkarmaları gibi şiir defterini bilgisunar ortamına yazıp ünlü şairlerden şiirler ekleyerek site kuran edebiyat meraklılarını izliyorum. Belki kendileri hiçbir zaman iyi bir şair olamayacaklar ama bu çabalarıyla iyi bir okur olacaklar sanırım. Yine de düzeyli siteler kuranlar, edebiyatı kendi değeriyle ele alanlar var. Bu da bilgisunarın edebiyat ürünlerinin geniş kesimlere ulaşması açısından elbette büyük kolaylık getiriyor.

Nevzat Süer Sezgin-Yıllardır sizinle bir ağacın kesilmesine karşı çıkmaktan, savaşa karşı direnmeye kadar, yaşama ait ne varsa onların haklarını haykıran sivil toplum eylemlerinin içinde karşılaşırız. Bir diğer değerli özelliğiniz de edebiyatı geniş kitlelere yaymak için pek çok belediyeyle veya demokratik kitle örgütleriyle birlikte gösterdiğiniz çabalar. Sizce bir edebiyatçının toplumsal sorumluluğu var mıdır? Varsa bunun temel ilkeleri neler olmalıdır?
Bu sorumluluk gündelik yaşamına ve eserlerine nasıl yansımalıdır?

Hidayet Karakuş- Edebiyatçının toplusal sorumluluğu belki de pek çok politikacının sorumluğundan fazladır. Duyarlığı ona bu sorumluluğu yükler. Sizin söylediğiniz biçimde türlü edebiyat etkinliklerine katılmak o duyarlığın sonucudur; edebiyatın, sanatın insanı değiştireceğini, daha bir insan yapacağını bilmenin sonucudur. Ben yazdım; ötesi beni ilgilendirmez, demek bir yazarın işi değildir bana göre.

Toplumsal sorumlulukların temeli dürüstlüktür. Gerçeği her koşulda sakınmadan, edebiyatın olanaklarıyla söylemektir. Bu sorumluluk, gerçeği söyleme sorumluluğu, yalnızca yazmakla değil toplumun aydınlatılmasında görev almakla, eylemli olarak ortaya çıkmakla da yerine getirilebilir. Gündelik yaşamında önceliklerini iyi belirleyen, bilimsel düşünen, yazdıklarıyla tutarlı davranan bir yazar, küçük hesaplar peşinde koşmayan yazar, gerçek bir aydın demektir bence.

Yaşadıklarımızı yapıtlarımıza nasıl yansıtacağımızın bir biçimi yoktur. Kimi zaman hangi yaşantının, hangi temel ilkenin yapıta nasıl gireceğini yazarken görürüz. Ben başkalarının öyküsünü yazarken de yaşadıklarımın öyküye sızdığını sonradan anlıyorum ya da yazarken ayrımsıyorum.

Nevzat Süer Sezgin-Son olarak en klasik soruyu sormadan geçemeyeceğim. Yazma eylemi hakkındaki düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız? Tezgâhta yeni bir şeyler olduğundan eminim. İpucu verirseniz keyifli bekleme heyecanımız artar.

Hidayet Karakuş- Yazmak önce kişinin kendine doğru yaptığı bir yolculuktur. Bir anlamda kendini tanıma edimidir. Kendinden yola çıkarak topluma doğru koşar. Bunu yapabilirse toplumla buluşur; yalnız kendinde kalırsa zaten çok bir şey çıkmaz ortaya.

Aklımdaki tezgâhta biri gençlik romanı olmak üzere iki roman var. Çok sayıda radyo oyunu notum var; bunlardan en az birni bu yıl yazmayı tasarlıyorum. Üç çocuk kitabım yayınevinde bekliyor. En az ikisinin bu yıl çıkmasını bekliyorum. Yaşadıkça sanırım tezgâh boş kalmayacak.

Nevzat Süer Sezgin- Kurşun kalem okurları adına çok teşekkür ederek, sağlıklı günler diliyor ve yeni eserlerinizi heyecanla bekliyorum.

Hidayet Karakuş- Kurşun Kalem okurlarına sevgiler olsun. Size de teşekkür ederim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder