Denizler Geçti Gökyüzümden



NEZİH_ER yayınlarının, şair dostumuz Mine Ömer’in editörlüğüyle, biz okurlara sunduğu ‘Denizler Geçti Gökyüzümden’ Azime Akbaş Yazıcı’nın ikinci kitabı.Geçtiğimiz günlerde ikinci basımı yapıldı.
Kitabı elinize alınca  ön ve arka kapaktaki Ilgaz Uğurluer’in nefis fotoğrafları ve Perihan Ömer’in özenli tasarımını sevmemek mümkün değil. Arka kapaktaki Gültekin Emre’nin kısa tanıtım yazısıyla sarsılmaya hazırlanarak okumaya başlıyorsunuz.
Seksenyedi kısa bölümden oluşan  yapıtı, öykü mü? şiir mi? anlatı mı? deneme mi? ağıt mı? yoksa hepsi mi? bilemeden içinde kaybolarak okuyorsunuz.
Resim sergilerini dolaştığımız, şiirlerini okuduğumuz Azime Akbaş Yazıcı’nın bu kitabı, adeta ‘yazmadan edemediğim mavi düşlerim, yıldızlı gecelerin tarif edilmez hasretiydiniz’ diye anlattığı, hep çizmek istediği tablolarından oluşmuş, harflerle bezenmiş bir sergi. Ama her tabloda başka tablolarda keşfederek okumayı sürdürüyorsunuz. Her satırı okurken içinizden ‘bir başka oluyor ressam ve şairin kelimelerle, uğraşması’ diye düşünerek , döne döne  okuyorsunuz. Sözcükler ışık, renk ve gölgelerle kaynaşmış, imgelerle bütünleşip cümlelere dönüşmüş ve sanki yeni bir edebi tür yaratılmış.Yazarın duygularının ve düşüncelerinin yüreğinize dolduğunu, rengarenk görüntülerle beyninizi kemirdiğini hissederken, kendinizi de tabloların içinde buluveriyorsunuz.
Artık sizin de gökyüzünüzden denizler geçmeye başlıyor.

Yazarla birlikte sergiyi dolaşırken  her çeşit sömürüye, haksızlığa, ayrımcılığa,   özensizliğe, karşı çıkıyor doğanın diyalektiğini yeniden keşfediyorsunuz.
Azime Akbaş Yazıcı ’Doğayla beraber insanlığın ortak tarihinin de yok olmasına izin mi vereceğiz?’ diye sorarak her satırda algılarınızı zorlayan ama arı ve tertemiz bir Türkçe’yle anlatıyor isyanını.
O çevresinde olan her nesneye, her olaya kendisine göre bir anlam katarak adeta varlıkların  gizemini  anlatıyor bizlere. Ressamları yeniden yorumluyor gündelik yaşamın an’larıyla bütünleştirerek.
‘Dali’ nin uzun gölgelerine gizlenen kadın figürüdür, boşluğun yeşil dili. Saatin dili kayar, kuru dallar ucunda. Beyaz bir atın iskeletine vurur süt beyaz gölgesi perilerin. Uzar kadının saçları, tekirin uykusu uzar.
Bordo yalnızlığında bir iskemle, küçük bir pencereden vuran turuncu ışıkla, kırmızı kumaş parçasıyla paylaşır dilini renklerinin. Yeşil ve derin kuyularda akrep arar kendine saatler.
Uzun ve beyaz elbiseli kızların yeşil bahçelerinde gezinir Monet. Mavi ağaçların suya vuran mor gölgesinde nilüferdir elleri. Pembe şemsiyesinin altında uzun bir mektup olur hüzün yüklü kızın dizeleri.
Uyur tekir, kitabın sayfalarında. Gözleri ölür nehirlerin.
Edgar Degas tozlu sarılarının içinden balerinlerini armağan eder.
Sarı saman yığınlarının içinden çıkar gelir Giotto’ nun havarileri.
İp cambazının içinde bir korkudur örümcek ağları.
Yıkılacak köprüleri düşünür kararır gözleri, kıyılar kalacaktır nasılsa…’’
Okudukça sonsuz denizler ve gökyüzü birbiriyle kaynaşıyor ve  ‘insanın’ sadece doğanın bir parçası olduğunu yeniden anımsıyorsunuz. Azime Akbaş Yazıcı gaspedilen, ranta çevrilmeye çalışılan her davranışa kalemiyle karşı çıkyor.
Onu okudukça insanı doğadan ayıran, yorgun Dicle’yi, kırgın Allionai’yi, Hasankeyf’i ve Munzur’u yok eden baskılara karşı direnciniz artıyor.Yazar bize ‘kafanızı kuma, aklınızı suya gömmeyin’, ’Evrenin sessiz çığlığına sessiz mi kalacağız?’ sorusunu sorarak, hemen şimdi  HES’lere karşı birleşin diye haykırıyor.
Hayata dair ne varsa dokunuyor ipeksi bir dille. Aşk, sevgi, umut, doğa, tarih, su, hava,  kuşlar, kediler, rüzgar, gökyüzü, çocuk gözleri ve gülüşleri, melekler, dirençli kadınlar, mitoloji, sanat, güven, çiçek kokuları, kutsanıyor onun şiirinde.
‘’Sevgili Sen...
Zaman, onu nasıl algılarsan o değil midir? Dokun bana ömrüm,
dokun her yanıma soluksuz. Sana akıyor rüzgarlarım, bilmez
misin? Aç kollarını su, sana geliyorum.
Ne çok canı yanar suyun, ne çok dillenir gecenin elleri.
Göz akar gider kuzey gecelerine, dinle şarkısını balıkçıların.
Dinle üzüm bağlarını, yıldızlar düşer köpüklü denizlere.
Şaraba akar o güzel saatler,
büyür can, ses büyür..
Aşıp içinin perdesini.
aç perdesini içinin
rüzgarındayım gözbebeğim
büyütürken gökyüzünü içim
olmasın sabah
seviyorum Su’ yun nefesini
öper gibi
ya da
belirsiz ışığın tanığıdır çocuklar
kısacık saclarında kentler dinlenir.’
İtirazı var yalnızlığa, aldanmalara, yalanlara, korkulara, korkutanlara, unutulmaya, unutmaya, kaçmaya, maskelere, kuklalara, geçici arzulara, boşa harcanan zamanlara.Doğanın düzenine karşı olan her şeye..
‘emanet gökyüzünde
sus pus olur
yusufçuk kuşları
ucuz şarkılar
biriktiren ellerinde
isyandır hırçın zamanlar’
Yazar ölümü sorguluyor yüreğinizi kanatarak ‘çıplak ayaklı kan denizlerinden geçiyor ölüm. Ses çıkarmaz ki masum yüzü, bir dilim ekmeğin.’diyor ve devam ediyor ;
‘adını hatırlamadığım
Çocuklar koşar
Ölümsüzlüğün
Filiz sürgünü sabahlarına
Postal sesleri
Kan sesleri
Çan sesleri’
Sonra ölmek bile yetmiyordu.’diyor ama hemen yaşama çağırıyor ;
‘uyut yüreğini
ve uç elbet
korkularına
yalın ayak
bir çiçek büyüt tabanlarında ‘diyerek.
Bu yapıtta, melek kuşu- çöl gülü- yorgun turuncu- lamekan denizler-üşüyen özlemler-gölgeli düşler-gibi yaratılmış imgelerle anlatılan varlıkları artık sizde öyle algılamaya başlıyor ve bir kez daha edebiyatın dönüştürücü gücü karşısında şapka çıkarıyorsunuz.
‘Su s/ağır
İçine içine kanıyor Dicle..’gibi dil oyunları karşısında ise Türkçe’mizin gücüne olan inancınız çoğalıyor.
Yazar kitaba;
‘Kim biliyor
Ötesini kendinin..’ diye başlıyor ama;
‘kendi gerçeğinde değişiyor duyular
her gece filizlenip
her sabah ölüyor yüzvurumu
tutsaklıklar
hadi çocuk / getir  bir şarkı daha
uçacak mavi kuş / aydınlık sabahlara’ diyerek hepimizi karanlıklar içinde meşaleler yakmaya çağırıyor.
Kitabı ‘Denizler geçti gökyüzümden kanat kanat ve aceleydiler. Ah…’diyerek bitiren  Azime Akbaş Yazıcı’yı kutluyor, yeni eserleriyle yolumuzu aydınlatmayı sürdürmesini diliyorum.
AZİME AKBAŞ YAZICI
Nezih_er Yayınları
Mart 2012
Nevzat Süer Sezgin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder